Kasım 16, 2010

4923095..


akılla mı geldik buraya ki; akılla çıkmak o kadar kolay.. ?..

beylerbeyi'nin güzelleri..





tüm fotoğrafları ayıklayamadım.. biraz da siz seyredin :P

Kasım 08, 2010

Kasım 06, 2010

commodore demişken..

great giana sisters'tan bahsetmemek olmaz..

kahramanımız yoluna cicili bicili, aman üstüm kirlenmesin, edasıyla başlar..



ve kafasını dağlara taşlara vurup, top edindikten sonra, nam-ı diğer "cadı karı" haline dönüşür.. :) ben bu oyunu hep bu adla anar(d)ım..



beni en çok gizli geçişler eğlendirirdi. şimdi yerini tam hatırlamıyorum ama bi tanesinde 7. bölümden yirmi bilmemkaçıncı bölüme mi geçiliyordu ne.. yoksa atıyor muyum :))

ah o çizgiler..


ömrümün ne kadar zamanını bu ekran ve kasetçaların başında geçirdim acaba.. yıldız tornavida alınır, müthiş hassas hareketlerle, mm.'nin onda biri adımlarla vida döndürülmeye başlanır. çizgilerin düzgünleştiği bir yer aranır.. sabır sınanır.. ve o an.. herşey yerine oturur ve oyun! :)

bugün ise herşey kolay ama kadir kıymet bilmek yok.. herşey kolay ve o yüzden de o heyecan eksik.. sabır, tahammül, özlem yok.. yazık..

Kasım 05, 2010

Ekim 28, 2010

nedir

bu "mahna mahna" ?

Ekim 25, 2010

Ekim 17, 2010

Sabit Kalfagil'den..

odunlar bile

yoga yapabilir ;)

yoga,herkes & herşey için..

...

oysa ben aksam olmuşum

yapraklarım dökülüyor

usul usul

adım sonbahar.

atilla ilhan


fotoğraf: kemiKsiz/ kalem adası, temmuz 2009

buyrun burdan yakın..

> woodshed films.. > 180° South..

The Astounding Eyes of Rita - Anouar Brahem (2010)

1. the lower of Beirut
2. dance with waves
3. stopover at djibouti
4. the astounding eyes of Rita
5. al birwa
6. galilee mon amour
7. waking state
8. for no apparent reason


anouar brahem .. ud
klaus gesing .. bas klarnet
björn meyer .. bas
khaled yassine .. darbuka & bendir

Ekim 11, 2010

babam'a


Mavi.. balık.. Boğaz.. işe gitme yolu ?.. rakı mezesi.. balıkçı tekneleri.. Adalar? .. derin su sessizliği.. ya da sadece debelenmekle durmak arasında kalan bir su; ne yönü belli, ne dibi..

Herkese farklı görüntüler, sesler ya da kokular getirir deniz.. ya sizin zihninize neler getiriyor?

Benim gözümün önünde bir çocuk yürüyor şimdi. 6 yaşında var yok. Düz kaldırıma inat, batıp çıkarak ilerliyor irili ufaklı kayaların üzerinde. Kafasını döndürüp Topkapı Sarayı’na bile bakamıyor, düşmek korkusundan. Yoksa bir daha izin vermez annesi bu engebeli yoldan gitmesine. Az bir mesafe var, biraz sonra kaptan köşkünden dürbünle istediği yere bakabilecek. Bir de denizin dibini görebilse!! Babasının söylediğine göre sonar ile denizin altındaki balıklar görülebiliyormuş ama hiç inanası gelmiyor! Çünkü onun ekranda görebildği tek şey noktacıklar. Bazı noktalar balığa benziyor olabilir mi acaba?? bir sonraki sefer, buna daha çok dikkat etmeye karar veriyor.

Biraz büyüdüğünde, dümeni de şöyle kuvvetlice çevirebilecek, istediği gibi. Ah bir boyu uzasa! Ama gemide yine de yapılacak birsürü şey var; saklambaç oynamak mesela. Ağların arasına saklanmak her defasında çok eğlenceli onun için. Bazen bu alışkanlığı yüzünden azar işitse bile! Ağlar yırtılıyormuş ve onlar yırtılınca balıklar aralarından kaçarmış .Ne var yani kaçarlarsa? Onların da çocukları var; anneleri, babaları var. Yakalanırsa balık, üzülmezler mi? Yırtılsın işte ağlar, balıklar kurtulabilir belki böylece..

Bugün içinden ne güverteye çıkmak geliyor, ne de ağlara saklanmak.. Kaptan köşkünde dürbünü alıyor eline. Mümkün olan en uzak noktayı görmek istiyor. Babasının ertesi gün gideceği denizleri görebilirse bugün, onu özlediğinde dürbün tekrar işine yarayabilir belki. Sahi görebilir mi Kızıldeniz’i buradan? Hem ne saçma, kırmızı deniz olur mu hiç? Ama en azından, gördüğünde ayırt edebilir, diye düşünüyor çocuk.

Ertesi gün kayaların üzerinde uzun uzun duruyor. Denizin hemen kenarında olsa da, bu sefer pek iyi hissetmiyor kendini. Koca balıkçı gemisi gözden kayboluncaya kadar, kıpırdamıyor yerinden. Beyaz köpükler çok uzakta kalınca, kıyılar kendi dalgalarına geri dönünce, annesinin elinden tutup, düz kaldırımdan eve dönüyor.

O hafta her gün dürbününü kaptığı gibi gidiyor denizin kıyısına. Ucuna kadar gelip iskelenin, bir uçtan diğerine kadar uzun uzun bakıyor camların arkasından. Henüz ufukta görünen birşey yok. Ne bir kırmızılık, ne de babası.. Ufuk çizgisini kaldırsa arkasını görebilir mi, diye merak etmeye başlıyor. Zamanla seyrekleşerek devam ediyor kıyı ziyaretleri.

Aylar geçtikçe sıkılmaya başlıyor çocuk. Yetmiyor suyun kenarında durmak. Geminin sandalına atlayıp gitmek istiyor. Boğazın içinden, köprünün altından geçip, taa Poyrazköy’e gitmeyi; giderken kayıklarındaki balıkçı amcalara el sallamayı özlüyor. Bacaklarını sandalın önünden sallandırıp, dalgaların üzerinden hafif hafif aşağıya düşüp, sonra tekrar yükselmeyi hissetmek istiyor. Zaten mahallede oynamak o kadar da eğlenceli değil.

Aradan 12 ay geçince, çocuk umutsuzluğa kapılmaya başlıyor. Babasının getireceği oyuncaklar da hiç önemli değil artık.. Yeter ki dönsün. Yoksa başına birşey geldi de, üzülmesin diye ona mı söylemiyorlar... Denize de küsüyor, kıyıya inmemeye başlıyor. Nasılsa, uzak denizleri de göremiyor kıyıdan ve hep başka gemiler geçiyor Boğaz’dan.

19 ay sonra bir haber geliyor önce, deniz geri gönderiyor babasını diye. Kapının önüne dikiliyor çocuk, ne yapacağını bilemez halde biraz. Aşağıya en yakın merdivende durup, gözlerini büyük demir kapının kolundan ayıramıyor bir türlü. Birden kapı açılıp, içeriye giren adamı görünce, tereddütle bir adım geriye gidiyor ayağı. Sonra gözlerini tanıyınca babasının atlayıveriyor boynuna.. Babasının, balıkların, sandalın, iyot kokusunun boynuna sarılıyor var gücüyle..

Boş yere küstüğünü anlıyor denize. Babası yanında işte yine ve deniz onun dostu. Hemen sahile gitmek, kayalarda bata çıka yürümek, Boğaz Köprüsünün altından geçerken dilek tutmak istiyor.. O günden sonra denize hiç küsmüyor bir daha. Deniz hep umut, hep mavi onun için.. İçinde halâ bütün denizleri görmek isteyen bir kaptan yaşıyor..

fotoğraf:Alptekin Baloğlu


once soundtrack'ten geldi.. falling slowly..

Ekim 04, 2010

öğrenme..


eski zamanlardan kalma bi reçete..

3 adımlı..

1. Önce yorum yapmadan dinliyor insan.. bölmüyor, soru sormuyor, sadece geleni içeri buyur ediyor – SHRAVANA (kulak)

2. Sonra konunun üzerinde düşünmeye başlıyor, sorular soruyor, belki başkaları da soruyor, tartışılıyor herşey ve salt bilgi adına ne varsa ediniliyor – MANANA (derin düşünce/düşünme,sorgu)

3. Öğrenilen herşey bi yerine oturuyor, anlam kazanıyor, içe siniyor. Bunun ne zaman olacağı belli değil.. belki manana sırasında, birden bu etaba geçilebilir. Belki 10 sene sonra yaşadığınız birşey, sizde bu bilgiyi gediğine oturtabilir. Birden anlarsınız – NİDİDHYASA (süregelen meditasyon)

Shravana ve manana gerçekleştikten sonra, belki ömrünüz boyunca nididhyasa gerçekleşmeyebilir de.. kişiden kişiye değişir.

Ama her ne nididhyasa evresine varırsa, işte o çıkıp gitmez hafızanızdan, hep sizinle kalır..

Ekim 02, 2010

ılık


bi yaz gecesi gibi..

bittiği yerden başlıyo albüm,

tekrar ve tekrar dinletiyo kendini..





dahası da var; 9ekimde, bronx'ta

i am kloot 2,5 sene sonra yine dersaadet'te..

hadi bakalım..

Ekim 01, 2010

la linea


nam-ı diğer ; bay meraklı

Cenk Koray..
Pazar..
eğlenceli..

phpuupphhh hahahahahaa efekti - artık nasıl okursanız :) -

silgi & kalem ve keşke&keşke&keşke&keşke..

Eylül 30, 2010



Bu meret öyle bir merettir ki, acıyla içilir, tatlıyla içilir, neşeyle
içilir, ağlayarak içilir, kavunla içilir, peynirle içilir, ikisi
beraber çok güzel içilir yemekle içilir, mezeyle içilir, suyla içilir,
susuz içilir, sodayla içilir, şalgamla içilir.

Ama işte,bir tek salakla içilmez...


Can Yücel

Eylül 14, 2010

cukk ;)

dün sabah..

önce bir rapor geçti elime; .. Yatırım’ın bir raporu; referandumun piyasalardaki olumlu etkisinden bahsediyor. Tek başına iktidar olan hükümete dışarıdan güvenin arttığından, bunun yatırımları çoğaltacağından vb.. Sonra da Sinop’tan 4 adet mısır geldi masama kadar, GDO’suz. Minnetle aldım onları, sonra da biraz endişeyle geldikleri köydeki haberleri. Bunlar eski tohumlardan, bi daha yiyemezsn böyle mısır, dedi arkadaşım. Sinop’ta köydeki ambarlada tohum kalmamış, buğday kalmamış. Ona buna peşkeş çekilen tohum tüccarlığından kelli, Anadolu’nun kendi tohumları toz olmuş.. Eskiden dolup taşarmış ambarlar, şimdi boşlar..Parası olanlar Konya’dan alabiliyormuş ama yetmiyormuş işte herkesin gücü.. Mahsülleri para etmeyince.. Dediler ya köylere; fındık yerine karanfil dikin.. Dostlar alışverişte görsün, aman kağıtlarımız ne güzel değerlendi, aman Amerika ile tazelediğimiz nikaha bisürü şahit geldi de IMF’de havamız arttı.. Bu gazla öderiz artık yaklaşık 400 milyar $’a ulaşan borçlarımızı. Ha gayret.. Onu bunu bilmem! Siyaseti, yalancısı, boku püsuru umrumda değil. Benim tek derdim, ülkenin refahıdır, insanımızın huzurudur. Yeter ki insanlar aç kalmasın, insan gibi yaşayabilsin, aptal yerine konmasın, geçici zaferlere alet edilmesin, elma şekerleriyle kandırılmasın, adam gibi eğitim alsın, canının değeri bilinsin de hastane kapılarında imkansızlıktan sürünmesin, ambarında tohumları bitip de, yarın öbür gün aç kalırsa bilmem nerden ithal edilen gdolu mısırlarlara muhtaç kalmasın.. Bunun önüne geçmeye vesile olan kararı verenler de, huzura bi gelsinler bigün, tatsınlar tokadı.. kim kimin tokadını yer bilmem de, o çok değerlenen kağıtları yemek zorunda kalmadan, birileri doyursun artık bu halkı!! Haydin rasgele..

Eylül 06, 2010

seviyorum legoyu..

üstüne çok geyik döndü ve daha da döner muttemelen ama en son duyduğum söylentiye göre filmin sonundaki cast yazıları vs. geçtikten sonra, ufak bi "tık" sesi geliyormuşmişmüş..
inception'dan bahsediyorum tabii ki.. :)
lego/lego severler de bu arada boş durmamış; güzel bi kare olmuş..

ps: ben de evimde bi duvarın lego gibi olmasını istiyorum :)

Ağustos 26, 2010

Ağustos 25, 2010

Temmuz 21, 2010


İçinde bulunduğum binanın ortası boş, yani katlar oval simitler gibiler, ortalarından kocaman bir boşluk yükseliyor tavana kadar.
Ve tavan adını bilmediğim camla plexiglas arası bişey sanırsam. Yağmur yağmaya başladığında ilk pıtırtıları dahi duyabiliyorum. Hızlandığındaysa, bilgisayarımdan çıkan müzik seslerini bile duyamıyorum.
Ders çalışırken ya müziğim ya televizyonum açık olurdu. Hatta aynı şarkı dahi olsa, radyodan dinleme isteğim ağır basardı. Bunun nedenini kendimde sorguladığımda, ders çalışıyor olmama karşın, o sürede de kendimi hayatın içinden kopmamış hissetme dürtüsü ile karşılaşmıştım. Sevgili ders seni çalışıyorum ama yaşamımın bu vaktini benden bütünüyle çalamadın! Sana inat hayatın içindeyim işte!
Bu yağmurlar, bu aklımı alan sesler bana aynı şeyi hissettiriyor.

Yağmur yağıyor ve güneş de var..
Bi yerlerde bi gökkuşağı olmalı, altından geçmeli, üstüne oturmalı..

Temmuz 14, 2010

sözü açılmışken..

Derslerde hazır cd.lerden ziyade ortaya karışık bişeyler çalmayı daha çok seviyorum. Yin'de son zamanlarda en çok kullandığım playlist: 1. y3 (bana da böyle geldi, kimin söylediğini bilmiyorum ama arapça ya da ibranice) 2. la fille de pékin – frédéric rousseau 3. red sky at night – david gilmour 4. vision of mahakala – sina vodjani 5. kashf – anouar brahem (hastasıyım) 6. the fire – imogen heap 7. ballad for the unborn – esbjörn svensson trio 8. evening in atlantis – esbjörn svensson trio 9. believe, beleft, below – esbjörn svensson trio 10. nomad song – stephen micus 11. young moon – stephen micus 12. to the evening child – stephen micus

Temmuz 11, 2010

Yoga, kahve, dernek, ev ve nihayet Imogen Heap.. ben geldiğimde konser başlamıştı bile.. gemidekiler de almışlardı yerlerini.. Ve sevgili Imogen şakıyordu dünya dışından gelmiş tınısıyla.. dans edilir edilmez, o başka konu ama çok güzeldi kendimi bırakmak.. melodi akarken, beden de içinden geldiği gibi salınıyo.. Ertesi günkü dersin playlist’ine 1 şarkı daha eklenmişti: the fire..

fotoğraflar: mert karakaş - temmuz 2010 (ama ayşe'yle benim fotolarımı yok ettiği için bi miktar kızgınım kendisine :P)

Temmuz 06, 2010

Nişantaşı’nda yin..


Biraz erken gidiyorum derslere. Başlamadan önce Yogaşala’nın içinde olmak hoşuma gidiyor. Dolanmak, müziği ayarlamak, salonu havalandırmak.. Herkes gelince, kapanıyor sürgülü kapı. Yerleşmeye başlıyor insanlar kendi içlerine. Ağırlıklarına teslim olup, usulca yumuşatıyorlar gergin kasları, bir bir.. Asıl zor olan, Nişantaşı’nın en işlek caddelerinden birinin gürültüleriyle bunu yapabilmek. Kendini dinlemeye çalışırken arkada beliren bir korna sesi! Akabinde gevşeyen omuzlar.. İnsanların uğultusu, arabaların tekerleri.. sen aklından geçenlere bakıyorsun.. bi süre sonra ani bi ses gelmedikçe belki, umursanmıyor tüm kargaşa.. orada ne olup biterse.. olsun, aksın.. Bu kadar koşturmanın içinde, kendiyle kalabilme lüksü insanın ne basit ama ne zor! Einstein’ın gözünü seveyim, demiş ya “basit zordur”.. Herkes poza girince, ben de sınıfın içinde olan bitenlere bırakıyorum kendimi. Bazen kendime uğruyorum,havadaki tat bazen huzur, bazen melankoli.. Herkesin enerjisi havadaki ebru gibi, birbirine dolanıyor, bulandırmadan.. Seviyorum Nişantaşı’nda yin’i.. an’daki çileği.. Temmuz ayında haftada 4 gün ordayım ben, beklerim. Salı-Çarşamba 18:30, cts 12:30, pzr 13:30 ..



fotoğraf: kemiKsiz, göcek / haziran 2010

Haziran 23, 2010

körperwelten - body worlds

şimdi

@ Antrepo No:3 /Karaköy









Gunther von Hagens abimiz bi yöntemle dokuların çürümesini önleyip, çeşitli pozisyonlarda kasların, organların, damarların halini bize gösteriyor. Sergilenen tüm bedenler, vakt-i zamanında sahipleri tarafından bağışlanıyor.



Benim için ayrı bir anlam taşıyor. Anatomi ile bozduğum şu sıralar bana bu kadar cömert davranacak başka bi ortam düşünemiyorum. bağ dokuar, kaslar, kemikler.. bol miktarda yoga pozuna rastlamayı umuyorum, lakin kısmet ;)


Tabi önce İstanbul'a bi dönmek lazım..


yekpare..

Haziran 22, 2010

Tanıdık gelmiş olabilir.

Yer: İstanbul, Bankalar Caddesi

Yıl:1964


tavsiyedir..


bende kapılar, pencereler açtı..
bakalım size nasıl gelecek?

Haziran 08, 2010

her yerde kendin varsın..

Şu beş dakikalık yürüyüşle geçtiğin yolda neler var? Ayakkabılar, mücevherler, duvarlar, afişler... Ne çok olasılık. Neden iyi ilişkiler kuramadığını, neden kendini yalnız hissettiğini bile bulabilirsin orada. Asfalttaki bir çatlaktan sana beş yaşındaki bir hatıran bakıyor olabilir


Hayat sana ne gönderiyor fark ettin mi? Sen orada olduğun için, orada olmayı seçtiğin için, orada olmayı göze aldığın için sana ne gönderiyor biliyor musun? Fark ettin mi? Sıradan gibi gördüğün şu sokakta ne çok şey var. Ne çok olasılık, ne çok bilinecek yeni şey ve ne çok dokunacak, ellenecek, okşanacak, öpülecek şey.

Görmediklerin, fark etmediklerin, bakmadıkların. Ve nedense kaçtıkların. Neden kaçtığını bilmeksizin. Kaçsan bile içinde bir başka bilginin saklı olduğu şey ne ki? Kaçmayı yeğlesen bile, niye kaçıyor olduğunu düşünmen için bir fırsatı sana sunan o şeyi kaçırmasan mı acaba?

Şu beş dakikalık yürüyüşle geçtiğin yolda neler var? Ağaçlar. Sanırım görmeden geçtin. Sana bir şeyler söylüyor olabilirler mi?

Yeni bir ayakkabı almak da var. Ve o ayakkabıyla gidilecek henüz bilmediğin geleceğin. Eğilerek yürürsen böcekler var. Böceklerde koca bir hayat, acayip renkler, senin bilmediğin belki binlerce yeni bilgi ve hikaye. Korkuyorsan böceklerden, senin korkun da var. Belki tüm yaşamını ve ölümü nasıl karşılayacağını o korkuda görebilirsin. Eğilirsen belki de görmeye başlarsın.


Geleceğe bakmak için bir ayna

Kızlar mı var yolda? Erkekler? Çocuklar? Kızlara bakışında senin aşktan ne anladığın da var belki. Neye, neresine, nasıl bakıyorsun? Ürkekliğini mi gördün kızda? Tatminsizliğini mi? Umutlarını mı? Sadakatsizliğini mi yoksa? Adımlarını sana göre iyice yavaş atan şu yaşlı adamda neler var? Adam senin geleceğine bakman için bir ayna olmasın? Onun gibi nobran ve mutsuz mu olacaksın yaşlanınca? Yoksa karşı kaldırımdaki nur yüzlü olan gibi mi karşılayacaksın hayatının sonunu? İyi yaşamış biri gibi mi bakacaksın etrafa, yoksa eksik kalmış biri gibi mi? Belki kafanı kaldırıp binalara, yanan ışıklara bakabilirsin. Onları kimlerin ne zaman inşa ettiğini düşünebilirsin bugün. Hastaneden eve dönen bir anne ve kucağında bir bebeği görürsün belki. Annenin yüzündeki sevinci mi görüyorsun yoksa mutsuz bir evliliği sonlandırmasını zorlaştıracak bir suçluluğun kilidi gibi mi taşıyor bebeğini kucağında? Yoksa sen de mi istemediğin bir ilişkinin içinden sırf suçlu hissetmek korkusuyla çıkamıyor musun? Yoksa birden fazla yaşamın olduğunu mu düşlüyorsun saçma biçimde?


Hatıranda hangi korku saklı?

Kimler yaşadı orada, o binada. Kimler sevişti, kimler terk edildi, kimler 40 yıllık kocasıyla son gecesini bir odada üzerine makas konulmuş bir halde geçirdi? Ve o geceyi yapamadıklarının pişmanlığıyla, binlerce “keşke” ile, acıyla, hüzünle boyadı. Aynı makasla çocuğuna önlük diktiği günü hatırladı.

Arabalara bak. Kimlerin onlar? Hangisi hırsla alınmış, hangisi rızk peşinde kullanılıyor, hangisi sahibinin cinsellliğinin bir uzantısı gibi görünüyor. Senin de bir araban var mı? Neden aldın, ne için kullanıyorsun düşün biraz.

Eğer bugün bu yolda birinin iyiliğine vesile olmak için yürüyorsan, gerçekten isteğin buysa, seni temin ederim onunla karşılacaksın. O ihtiyaç sahibi olan biri, bir hasta, karşıdan karşıya geçmekte zorlanan bir özürlü, yaralı bir köpek veya aç bir kedi olabilir. Bunu gerçekten diliyorsan mutlaka göreceksin onu. Ya da hiç böyle bir dileğin olmadıysa “Neden olmadı?” diye düşünmene yol açacak bir başka görüntüyle karşılaşmayı dile.

O kısacık yolda ayakkabılar, mücevherler, duvarlar, afişler de var. Neden iyi ilişkiler kuramadığını, neden kendini yalnız hissettiğini bile bulabilirsin orada. Asfalttaki bir çatlaktan sana beş yaşındaki bir hatıran bakıyor olabilir. Ve o hatırada hangi korkunun saklı olduğu da.

Neye niyetli olduğunu bir düşün. Birçok şey isteyebilirsin, istemelisin de. Ama en temel arzun ne? Bu caddede bu sokakta o arzuna dair ne var? Yaşın kaç? Neden yaşıyorsun? Ne için yaşıyorsun? Aslında nasıl biri olmak istiyorsun? İsteklerin asıl arzuna ne kadar hizmet ediyor?

Her yerde kendin varsın. Baksana. Görsene. Düşünsene, hissetsene... Canının yanmasına izin versene. Ne iyi gelir sana!




BiR KUŞUN PORTRESiNi YAPMAK iÇiN

Nedense aklıma Jacques Prévert ’in bir şiiri geldi şimdi. ‘Bir Kuşun Portresini yapmak İçin’ (Metin Cengiz ’in nefis çevirisiyle)

Önce bir kafes çizmeli / Açık bir kapıyla / Çizmeli sonra / Hoş birkaç şey / Basit birkaç şey / Güzel birkaç şey / Yararlı birkaç şey/ Kuş için

Yerleştirmeli sonra tuvali ağaca karşı / Bir bahçede / Bir korulukta / Bir ormanda ya da / Saklanmalı bir ağacın arkasına / Ses çıkarmadan / Kımıltısız... / Bazan kuş yaklaşır hızla / Ama karar vermesi / Uzun yılllar alabilir / Kırılmasın cesaretiniz / Beklemek gerekir / Gerekirse yıllarca / Hiçbir ilişkisi de yok / Tablonun başarısıyla / Kuşun hızlı ya da yavaş gelmesinin / Kuş geldiğinde / Eğer gelirse / Uymalı derin sessizliğe / Beklemeli kuş girsin diye kafese / Kapamalı kapıyı usulca fırçayla / Sonra / Silmeli birer birer demir telleri / Özen göstererek dokunmamaya / Tek tüyüne bile kuşun / Peşinden resmi yapılmalı ağacın / Seçerek en güzel dalları / Kuş için / Hatta yeşil yapraklarla rüzgarın serinliğini de çizmeli / Güneşin tozunu / Yaz sıcağında otlardaki böceklerin gürültüsünü / Ve sonra beklemeli / Kuşun keyfince şarkılar söylemesini / Eğer ötmezse kuş / Kötüye işaret bu / Tablonun kötü yapıldığına / Eğer öterse iyiye işaret bu / İşareti imzayı kondurmanın / O zaman usulca koparırsınız artık / Kuşun tüylerinden birini / Ve yazarsınız adınızı tablonun bir köşesine


cem mumcu - burdan alındı..

Haziran 07, 2010

Göğün üstümüze delindiği bu istanbul sabahında,
Bu şarkıyla ve bu şarkıdaki gibi,
Yavaşça arabadan inip, trafikteki arabaların arasında/üstünde dolaşıp,
Hiç birini fark etmeden, hiç de durmadan
Öylece yürümek istedim..
Sonra benim gibi bunu yapmak isteyenleri gördüm..
Önce yavaş yavaş , sonra bardaktan boşanırcasına yağanları..
Önce kabına sığmayıp, ardından içlerinde kalanları usulca kusanları..
Herkes bugün sokağa çıkmış..




REM Everybody Hurts - Celebrity bloopers here

Mayıs 18, 2010

Mayıs 07, 2010



tošo dabac

nino vranic
... karşı damda bir kedi üstelik... yaşım on yedi hem de nasıl.. fikret kızılok

Nisan 25, 2010

Nisan 23, 2010

en güzel 23 nisan :)


Bugüne kadar çocukken veya kazık kadarken katıldığım en güzel 23 nisan kutlaması... gerçekten çocuklar için yapılıyor en azından.. keyiflerince eğleniyorlar, eğlenceleri uğruna büyüklere posta bile koyuyorlar :)

şiir desen, şarkı desen yine var ..

sponsorlarla masalar kuruluyor Göcek'te her 23 nisan'da.Başta kültür ve turizm derneği olmak üzere göcek'in dernekleri, esnafı, otelleri.. kimi ararsanız orada. girişte birer papatya veriliyor çocuklara. her masada bir yaprağı işaretleniyor papatyanın.


şenliğe gelenler sadece göcekli çocuklar değil. Dalaman'dan, Ortaca'dan, hatta Fethiye'den otobüslerle çocuklar geliyor. Bu sene bir ilk olarak yurtdışından da misafirleri ağırladı şenlik.

22 nisan akşamı her grup müthiş gösteriler sundular. ben de makinamı yanıma almadığım için kafamı duvarlara vurdum :S

çoğu zaman geç doğduğum için hayıflanırım, ama bugün, bu şenliğe çocuk olarak yetişemediğime üzüldüm..
fotoğraflar: kemiKsiz - göcek/nisan 2010

Nisan 19, 2010


I say in speeches that a plausible mission of artists is to make people appreciate being alive at least a little bit. I am then asked if I know of any artists who pulled that off. 'The Beatles did'.
Kurt Vonnegut, Timequake 1997