Temmuz 21, 2010


İçinde bulunduğum binanın ortası boş, yani katlar oval simitler gibiler, ortalarından kocaman bir boşluk yükseliyor tavana kadar.
Ve tavan adını bilmediğim camla plexiglas arası bişey sanırsam. Yağmur yağmaya başladığında ilk pıtırtıları dahi duyabiliyorum. Hızlandığındaysa, bilgisayarımdan çıkan müzik seslerini bile duyamıyorum.
Ders çalışırken ya müziğim ya televizyonum açık olurdu. Hatta aynı şarkı dahi olsa, radyodan dinleme isteğim ağır basardı. Bunun nedenini kendimde sorguladığımda, ders çalışıyor olmama karşın, o sürede de kendimi hayatın içinden kopmamış hissetme dürtüsü ile karşılaşmıştım. Sevgili ders seni çalışıyorum ama yaşamımın bu vaktini benden bütünüyle çalamadın! Sana inat hayatın içindeyim işte!
Bu yağmurlar, bu aklımı alan sesler bana aynı şeyi hissettiriyor.

Yağmur yağıyor ve güneş de var..
Bi yerlerde bi gökkuşağı olmalı, altından geçmeli, üstüne oturmalı..

Temmuz 14, 2010

sözü açılmışken..

Derslerde hazır cd.lerden ziyade ortaya karışık bişeyler çalmayı daha çok seviyorum. Yin'de son zamanlarda en çok kullandığım playlist: 1. y3 (bana da böyle geldi, kimin söylediğini bilmiyorum ama arapça ya da ibranice) 2. la fille de pékin – frédéric rousseau 3. red sky at night – david gilmour 4. vision of mahakala – sina vodjani 5. kashf – anouar brahem (hastasıyım) 6. the fire – imogen heap 7. ballad for the unborn – esbjörn svensson trio 8. evening in atlantis – esbjörn svensson trio 9. believe, beleft, below – esbjörn svensson trio 10. nomad song – stephen micus 11. young moon – stephen micus 12. to the evening child – stephen micus

Temmuz 11, 2010

Yoga, kahve, dernek, ev ve nihayet Imogen Heap.. ben geldiğimde konser başlamıştı bile.. gemidekiler de almışlardı yerlerini.. Ve sevgili Imogen şakıyordu dünya dışından gelmiş tınısıyla.. dans edilir edilmez, o başka konu ama çok güzeldi kendimi bırakmak.. melodi akarken, beden de içinden geldiği gibi salınıyo.. Ertesi günkü dersin playlist’ine 1 şarkı daha eklenmişti: the fire..

fotoğraflar: mert karakaş - temmuz 2010 (ama ayşe'yle benim fotolarımı yok ettiği için bi miktar kızgınım kendisine :P)

Temmuz 06, 2010

Nişantaşı’nda yin..


Biraz erken gidiyorum derslere. Başlamadan önce Yogaşala’nın içinde olmak hoşuma gidiyor. Dolanmak, müziği ayarlamak, salonu havalandırmak.. Herkes gelince, kapanıyor sürgülü kapı. Yerleşmeye başlıyor insanlar kendi içlerine. Ağırlıklarına teslim olup, usulca yumuşatıyorlar gergin kasları, bir bir.. Asıl zor olan, Nişantaşı’nın en işlek caddelerinden birinin gürültüleriyle bunu yapabilmek. Kendini dinlemeye çalışırken arkada beliren bir korna sesi! Akabinde gevşeyen omuzlar.. İnsanların uğultusu, arabaların tekerleri.. sen aklından geçenlere bakıyorsun.. bi süre sonra ani bi ses gelmedikçe belki, umursanmıyor tüm kargaşa.. orada ne olup biterse.. olsun, aksın.. Bu kadar koşturmanın içinde, kendiyle kalabilme lüksü insanın ne basit ama ne zor! Einstein’ın gözünü seveyim, demiş ya “basit zordur”.. Herkes poza girince, ben de sınıfın içinde olan bitenlere bırakıyorum kendimi. Bazen kendime uğruyorum,havadaki tat bazen huzur, bazen melankoli.. Herkesin enerjisi havadaki ebru gibi, birbirine dolanıyor, bulandırmadan.. Seviyorum Nişantaşı’nda yin’i.. an’daki çileği.. Temmuz ayında haftada 4 gün ordayım ben, beklerim. Salı-Çarşamba 18:30, cts 12:30, pzr 13:30 ..



fotoğraf: kemiKsiz, göcek / haziran 2010